7 Ekim 2019 Pazartesi

KADIN


Kışın en çetin zamanında gelmiştim köye. Şimdi bahçemdeki iskemlede otururken alnımda yanağıma oradan boynuma usulca akan ter damlacıkları, böyle sert bir kış olabileceğine ihtimal dahi vermiyor oysa. Böyle giderse kimse kalmayacak köyde, diye düşünüyorum. Erkeklerin çoğu iş bulmak ümidiyle büyük şehre gitmiş; geride kadınlar, çocuklar yaşlılar... Hele kadınlar... Köyde tek başlarına kalakalmışlar, bütün yük onların sırtında. Günün büyük kısmında, ellerinde kalan üç beş dönüm ekili tarlayla uğraşıyor sonrasında ekmek pişir, yemek yap, çocuk bak, üstelik bir de yaşlıların dırdırı... Günü akşam ediyorlar böyle. En çok küçük çocuğu olanların, sırtlarında bebeleriyle o yakıcı güneşin altında durmadan çalıştıklarını gördüğümde sızlıyorum.
            Biri sesleniyor, dönüp bakıyorum. Zahide Hanım... Bana göre köyün en talihsiz kadını. Bir kez olsun gülmemiş kader yüzüne. Sekiz yıl olmuş kocası şehre gideli, gidiş o gidiş... Çocuğu yok, olmamış. Kocası onu suçlayıp dururmuş da ses etmezmiş Zahide. Bir iki kez doktora gitmeyi teklif etmiş, dinleyen kim. Bir kez olsun belki suç senindir, diyememiş. İçine atmış yıllarca. Yanıma yaklaşıp selam veriyor. Karşımdaki iskemleye oturmasını işaret ediyorum, oturuyor. “Haber geldi kocamdan, eski kocamdan, yarın dönüyormuş köye.” Diyor kısık ve buruk bir sesle. Bunu söylerken birkaç damla yaş akıyor gözlerinden. “Zahide” diyorum, “Senin suçun değil, yapman gerekeni yaptın sen.” Birkaç damla yaş, gözlerinden boşanan bir sele dönüyor. Yıllarca o herifin derini çektiğine mi yoksa yeniden evlenip üstelik iki çocuğu olduğunu dönecek adama nasıl söyleyeceğini bilememenin yükünden mi ağlıyor, bilmiyorum. Korkuyor belki de eski kocasından; gelip yeniden kendisine musallat olacağından, rahat vermeyeceğinden, eziyetlerine devam edeceğinden. Ah Zahide, sana düşen hep gözyaşları mı olacak? Konuyu değiştiriyor sonra ama kalbinin sancısını ağzından çıkan her sözcükte tüm ağırlığıyla hissediyorum. Kalkıp gideceği zaman sarılıyorum ona, sımsıkı. Ne kadar sıkı sarılırsam acılarına o kadar ortak olacakmışım gibi.
            Köyün sessizliği insana, içinin derinlerine inme fırsatı sunuyor. Uzun kış gecelerinde tek göz odamda sobanın başında otururken derin düşlere dalıyordum. Kendimle öyle çok zaman geçirmiştim ki, neredeyse kendimden yeni bir ben doğuracaktım. Zahide’le öyle bir gecede tanıştık. Yine sobanın başında oturmuş derin hülyalara dalmışken ben, kapının hafifçe tıkladığını duydum. Az nüfuslu köyde pek ziyaretçim olmazdı doğrusu. Bir yandan dışarıdaki şiddetli yağmura aldırmadan kapımı çalanın kim olabileceğini düşünüyor bir yandan da içimdeki ürpertiyi bastırmaya çalışıyordum. Kapı tekrar tıklayınca “Kim o?” dedim sesime korkusuzluk katarak. “Zahide ben.” dedi kapıdaki duyulur duyulmaz bir sesle. İçim rahatladı. Tanıyordum Zahide’yi, karşılaştıkça selamlaşır ayaküstü sohbet ederdik. Bana ekmek ya da yemek getirdiği zamanlarda otururduk biraz, büyük şehirle ilgili sorular sorardı bana. Sırılsıklam olmuştu. Yanına neden bir şemsiye almadığını düşündüm. Bu yağmurda şemsiyesiz, üstelik incecik kıyafetlerle, dışarı çıkmak pek akıl kârı değildi. İçeri aldım, sobanın başına oturttum. “İdris sokağa attı, gidecek yerim yok.” dedi acı bir sesle. Sesi titriyordu. Konuşturup yormak istemiyordum, elbiselerimden verdim, yanımda yer yaptım, birlikte uyuduk o gece. Sabah uyandığımda yatağı boştu, verdiğim kıyafetler güzelce katlanıp kenara konulmuştu, belki de konuşmaya mecali olmadığından ben uyanmadan gitmişti.
            Gitmelere vurgundu Zahide’nin yüreği. “Bir gün gideceğim buralardan abla, kurtulacağım.” derdi ara sıra. Küçük çocuğunu kucağına aldığından beri hiç duymadım bu cümleyi ondan. Kader onu bağlayıvermişti bu küçücük yere sanki. İdris gittiğinde o da gitmeyi geçirmiş kafasından, malı mülkü yok, bir iki parça kıyafet hepsi bu. Gidememiş, korkmuş, yol bilmez iz bilmez, kurda kuşa yem olmaktan korkmuş. Bu yaşına kadar köyün sınırını dahi geçmemiş ki. Zahide demişler adına ama o da işte binlerce ‘Ünzile’den biri. Bir gün dinlettim şarkıyı ona, bir şey demedi, gözlerini kaçırdı sadece.
            Köyün aşağısındaki ağaçlıkların orada yürümeyi alışkanlık edindim kendime. Buraya geldiğimde ilk defa bir köye gelmiş şehirli gibi davranıyor, her şeye ilgiyle yaklaşıyor ve köyle ilgili her şeyi sevimli buluyordum. İnek sağan, ekmek pişiren, tarlada çalışan kadınları izliyor onları fotoğraflıyordum. Leğende kendisini yıkayan annesinden kaçıp, köyün meydanında çıplak halde koşuşturan küçük çocukları gülümseyerek izliyordum. Fakat köyde bu kadar uzun kalmayı düşünmemiştim. Bir zaman sonra bütün bunlara alışmış olacağım ki hiçbiri keyif vermemeye başladı. Sıkıldım sonunda. Beni eğlendirecek ya da en azından oyalayacak bir şeyler aramaya başladım. Çünkü bu köyde bu kadar uzun süre kalıp da yapacak bir şey bulamazsa insan, kafayı yer. Son günlerde ağaçlıkların oraya daha sık gidiyorum. Yürüyorum uzun uzun. Zahide de geliyor bazen, hiç konuşmuyoruz.
            Bütün gece Zahide’yi düşündüm. Bugün birlikte yürürüz diyordum ama yağmur var. Öğleye doğru azalır belki. Pencereye yanaşıyorum. Su damlacıklarının akıp giderken camda izlediği yolu takip ediyorum. Damlalardan birini kestiriyorum gözüme, aşağı kadar inip yok olana ya da başka bir damlaya karışana kadar izliyorum onları. Tek başına akıp yok olanlar için üzülüyorum. Zahide geliyor aklıma, tek başına akıp giden Zahide. Diğerleri gelip etrafında akıyor, yolunu kesmeye, onun akışını engellemeye çalışıyor; kimisi arkasından kovalıyor fakat o hiç oralı değil. Tek başına yok oluşuna -ya da kim bilir belki kurtuluşuna- doğru hızla akıyor. Bitsin istiyor, öyle ya da böyle, bitsin. Tek düşündüğü bu. İnsan ancak yok olarak kurtulabilir acılarından. Aynı zamanda mutluluklarından da. Fakat o hiç mutlu olmamış ki, neden istemesin öyleyse yok olmayı? Kapısına gidip onu aldığımı, sarıp sarmaladığımı ve buralardan çok uzaklara götürdüğümü hayal ediyorum. Ya da bir şekilde kaçıp kendini kurtardığını, bu çürümüş toplumun uzağında bir yerde çocuklarıyla hayata gülümsediğini. Bir kere birlikte yürürken ona başımdan geçen komik bir olayı anlatmıştım da ilk defa o zaman gülümsediğini görmüştüm. Uzaktan gelen bir çığlık sesiyle koparıldım hayal dünyamdan. Ne olduğunu anlamak için kapıya koştum, yağmurluğumu giyip koşar adım köyün meydanına indim. Meydandaki kadınlar bağırış çağırış içinde tepedeki ağaca doğru koşuyorlardı, peşlerinden yürüdüm. Tepeye ve tepedeki ağaçta sallanan karaltıya yaklaştıkça adımlarım hızlandı, koşmaya başladım, deli gibi koşuyordum. Dizlerim titremeye, kulaklarımda “Hayır!” sesi yankılanmaya başladı. Onu gördüğümde olduğum yere çakılıp kaldım, ayaklarım bir adım daha atacak gücü bulamadı kendinde. Zahide gitmişti...
            Bir yaprak düştü dalından. Su çürüdü. Çürüdü her şey, ağaçtaki meyve, tarladaki buğday ve insan... Dondu zaman Zahide’nin gidişiyle, zamanı da götürdü kendisiyle sanki. Kadınların ölmeye devam edeceği bir ülkede bir fotoğraf karesi olduk insanların bakıp da yazıklanacağı.
            Şimdi gözlerimi her kapadığımda Zahide’nin o incecik gülümsemesini görüyorum karşımda... Zahide ilk değildi, biliyorum ki son da olmayacak...

5 yorum:

Adsız dedi ki...

merhaba başak hanım, nasılsınız?

Başak dedi ki...

Merhaba, iyiyim teşekkür ederim, siz nasılsınız?

Adsız dedi ki...

Günaydın, ben de iyiyim teşekkür ederim. yazınızı beğendim. çok güzel. bu vesileyle yeni yılınızı da tebrik ediyorum. umarım 2020 güzelliklerle gelir hayatımıza...

Başak dedi ki...

Teşekkür ederim. :)

Adsız dedi ki...

günaydın nasılsınız...

PİRİNÇ

      İçeri girdiğimde soba yanıyordu usul usul. Loş odanın ölgün aydınlığında, fırlayarak, her tarafı yakıp kül etmek için çıldıran azgın, ...