28 Nisan 2023 Cuma

PİRİNÇ

      İçeri girdiğimde soba yanıyordu usul usul. Loş odanın ölgün aydınlığında, fırlayarak, her tarafı yakıp kül etmek için çıldıran azgın, kudurmuş falat önüne aşılmaz engeller konulup dizginlenmiş alevlerin ışığı duvarları yalıyordu. Boş bir masaya bıraktım tipiden yanmış yılgın vücudumu. Arkadan bir ses, bir kadın sesi: “Kim açtı bu cenaze müziği gibi şeyi.” Hakikaten öyle, lokantaya değil de cenaze evine gelmişiz gibi. Suratlar asık, ağır hareketlere masalara gelip giden ana oğul. Yemek soruyorum, bir tabak tavuk pilav, azıcık salata geliyor önüme. Çabuk hareketlerle abanıyorum tabağa, silip süpürüyorum. Bir tek pirinç tanesi dahi bırakmıyorum. Bir hikâye geliyor aklıma: “Eskiden pirinç taneleri dinozor yumurtaları kadarmış, insanlar kıymetini bilmedikçe bu taneler küçülüyormuş. O zamandan bu zamana bu kadarcık kalmışlar. Kıymetini bilmemeye devam edersek bir gün tamamen yok olacaklarmış. O yüzden tabağımızdaki bütün pirinçleri yemeliymişiz.” Bir arkadaşımın annesi çocukken anlatmış ona. Bana bu hikâyeyi içtenlikle anlatan arkadaşımı hatırlıyorum. Bir yerlerde, anlattığı bu hikâyeyi anımsayıp tabağımda bir tane bile pirinç bırakmadığımı hissedeceğini umuyorum. Her şeyin acı veren bir anıya dönüşmesi canımı sıkıyor. Yüzümdeki alaycı gülümseme yerini bitmek bilmeyen bir can sıkıntısına bırakıyor.

“Çay ister misiniz?”

14 Nisan 2023 Cuma

YABANCI

     Erken gelmiş, kahvesini almış öylece oturuyor. Kapıdan girdiğimde hemen fark ettim orada tek başına oturup ilgisiz gözlerle etrafı izleyen yabancıyı. Elinde telefon yoktu diğer herkesin aksine. Işığını kalkan yapmış parıldıyor koyu karanlığın içinde. Onunla buluşmaya gelerek, gelmediğim taktirde kendine "devşireceği" trajik ve aynı zamanda komik hikâyesini bozuyorum. Üzülüyor belki gelişime. Karşısına geçip oturuyorum. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme, beni süzüyor şimdi ürkek bakışlarla. Çözmeye çalışıyor, izin veriyorum. "Beni ekersin sanmıştım." diyor. Bir sigara yakıyorum, "Neler yapıyorsun?" diye soruyorum. "İnsan kalabalığına değmeden onların yanında geçiyorum, dinliyorum sessiz çığlıklarını." diyor. Konuşuyoruz, zaman akıp gidiyor, unutuyor ürkekliğini. Gözlerinin içine bakıp ardında derinlerde bir şeyler arıyorum. Bir "tutunamayan" olduğunu fark ediyorum, elimi uzatıyorum, "Bana tutun." diyorum tüm içtenliğimle. Kabul ediyor uzattığım eli; içinde yarım kalan, anlatamadığı anlatsa da kimsenin dinlemediği ne varsa döküyor avuçlarıma tüm içtenliğiyle. Yabancılığını kabul etmiş "müşfik bir mutlulukla." Saatler geçtikçe ait olduğu yeri bulmanın sevinciyle parlıyor gözleri. Bildiğim, acı bir şekilde tecrübe ettiğim şeyleri anlatıyor, ilk defa ondan duyuyormuşum gibi ilgiyle dinliyorum. En çok doyurulmamış yanı bu. Elimi koyup bastırıyorum, durduruyorum kanamasını, oradan sarmaya başlıyorum. Neden sonra bana ilgiyle bakması üzüyor beni. Çünkü onunla ne yapacağımı henüz bilmiyorum. Zamansız bir tanışma, ziyan etmek istemiyorum onu. Kendini bana bu kadar açma diyorum içten içe ama onu konuşturmaktan da geri duramıyorum huyum kurusun. Yılların birikmişliğini yüklesin beni sırtıma, birlikte taşıyalım istiyorum. Çölde susuz kalmış, suyumu paylaşıyorum. Sıcaktan ve susuzluktan kuruyup çatlamış dudaklarını alıp öpüyorum. Koluna girip ayağa kaldırıyorum; kalk, yürü, korkma. Bu uçsuz bucaksız çölde bizim gibi kaybolmuş ve susuz kalmış başkaları da var. Kimisi çoktan kuruyup çatlamış, kimisi bir serabın peşinde perişan olmuş. "Hadi artık, çıkalım bu çölden." diyorum, "Tamam," diyor "Senin bir serap olduğunu unutmadan yürüyeceğim seninle." Bir serap olduğumu fark ediyorum. Susayanları suya kandırıp ortadan kaybolan güzel bir düş. Geride bıraktığım bir düş kırıklığı. Ben parçalanırken benim hayalimle birlikte parçalanan bedenler. Hepsini belleğimde taşıyorum. Hepsini açık bir yara gibi bedenimde taşıyorum. Bir yarayı kapatmaya çalışırken bin yara açıyorum. 

    Bıraktım artık. Yürümüyorum. Durdum bir taş gibi olduğum yerde. Bazen biri alır başka bir yere koyar beni, denize atar yahut bir uçurumdan yuvarlar, dururum ben öylece atıldığım yerde. Kimisi değerli bir taş zanneder -ışıl ışıl parlarım çünkü- alır evinin başköşesine koyar, -oysa bana rengimi veren güneş yoktur orada-, rengimi beğenmez olur, tutar fırlatır camdan dışarı. Her şey benim dışımda gerçekleşir. Bazen çatlamak isterim. Bir eylemde bulunmak ve çatlamak.

    "Benimle ilgili ne düşünüyorsun?" dedi, "Hiçbir şey." dedim. Kendimle o kadar meşgulüm ki başkasıyla ilgili bir şey düşünmek aklıma bile gelmiyor.

11 Nisan 2023 Salı

KARANLIKTAN KAÇIŞ

    Kendi karanlığına bir yoldaş arıyordu. Oysa kadın bütün karanlıklardan kaçıp gelmişti buralara. Bir karanlığa daha katlanamazdı. Işığı görmüştü bir kere, tanımıştı onu. Anne karnından çıktığı anda ışığa vurulmuştu. Doldurmuştu içini aydınlık. Biliyordu artık ve bu şekilde nasıl yaşayabilirdi kapkaranlık bir mağarada? Umutsuzluk değil miydi o karanlık? Mutsuzluk ve yalnızlık.

    Her zaman umutlarını söndüren, içindeki o ışığı karartan bir erkek ve yine her zaman o ışığın fitilini yeniden tutuşturan bir erkek olacaktı. Bunu bilecek kadar çok şey yaşamıştı. Fakat yine de korkuyordu. Her yeni başlangıçta korkuyordu. Ve ışığı her söndüğünde. O ışığın yok olup gittiğini sanıyordu, inancını kaybediyordu. Ki inanç her şeydir bir insan için. Birçok şey inandığımız için vardır. İyilik, güzellik, umut, mutluluk... bizim inancımızın var ettiği kesif yanılgılardır. Kendi yarattığımız bir düştür. Ne var ki bu düş bazen öyle uzun sürer ki onun bir düş olduğunu unutup gerçekliğin kendisi sanırız. Uyandığımızda ya da uyandırıldığımızda bunca bocalamamız bu yüzden. Ve her başlangıç o düşü yeniden görme arzusu. Bizi tekrar tekrar ayağa kaldıran, her seferinde devam edebileceğimiz gücü veren o düşün varlığına duyduğumuz inanç. Bir kere gördüysem bir daha görebilirim. Küçücük omuzlarıma yüklenmiş ağır bir yük gibi taşıyorum bu inancı. Ve gittikçe ağırlaşıyor mu ne? Ya onu kimselerin olmadığı izbe bir köşede bırakacağım ya da kalabalıklara karışıp benimle aynı düşü gören bir yol arkadaşı bulacağım. 

    Kalabalığa her karıştığımda çıkmaz sokaklara giriyorum. Yeterince hızlanırsam duvarları yıkabileceğimi sanıyorum. Sonunda öyle sert çarpıyorum ki her yerim kırılıyor. bütün kemiklerim tek tek batıyor etime. Her bir zerremde hissediyorum acısını. Geri dönmeyi hiç düşünmüyorum nedense. Kendimi duvarlara vura vura parçalamak daha kolay geliyor. Hayatımda birçok şey değişiyor bir bu değişmiyor. Yazgım. Öyle olduğunu düşünmek korkaklığımı ve zayıflığımı gizliyor. 

10 Nisan 2021 Cumartesi

İLLÜZYON

       Elinde bardağı hızlı adımlarla koridoru geçti. Gergin ve mutsuz görünüyordu. Dün geceki düşünceler hâlâ kafasını kurcalıyordu. Uyumadan önce -bütün gece uyuyamamıştı ya- onu tamamen hayatından çıkarma kararı almıştı. Böyle devam edemiyordu. Onu seviyor, onunla zaman geçirmeye bayılıyor, onu gördüğünde çiçek bahçeleri açıyordu kalbinde ama bütün bunlar gerçek mi yoksa yine kendi dünyasında uydurduğu şeyler mi bilemiyordu. Sevgisi yine gözünü kör etmiş ve kimsenin görmediği, uzun yıllardır kimseyi dahil etmediği o güzel ütopyasına yeniden birini -onu- dahil etmiş, ütopyasındaki o karakteri onun vücuduna giydirmiş ve şimdi yavaş yavaş gerçekliğe yeniden döndüğü için mutsuz olmaya mı başlamıştı? Onu ilk gördüğünde ilk defa ne aradığını biliyormuş ve sanki onu sonunda bulmuş gibi hissetmişti. Ona dokunduğunda tamamlanmış gibiydi, bir anda bir bütün olmuşlardı, sonsuza dek ayrılmayacak bir bütün. Öyle sarsılmaz bir duyguyla inanmıştı ki şimdi bu inancını kaybetmemek için çabalıyordu.

      Onun eski eşiyle -hâlâ resmî olarak eşiydi- görüşmesi, görüşmek zorunda olması bir noktada katlanılamaz bir hâl almıştı. Düşündükçe üzerine bastığı toprak şiddetle sarsılıyor, ikiye bölünüyor, karanlık ve bilinmez bir çukurun içinde buluyordu kendini. Ortada yanlış olan bir şeyler varmış gibi hissediyordu ve bu yanlış kendisine yapılıyordu. Düşünmeye başlamadan önce her şey öyle güzeldi ki ama bir noktada düşünmeden edemeyeceği bir yerde buldu kendini. Çünkü eski eş o kadar çok olayın içindeydi ki artık gözünü kapatıp görmediği, kulağını kapatıp duymadığı ya da bütün bunları görüp duyduğu hâlde kabul edebileceğini sandığı ana dönmek mümkün görünmüyordu. Daha ilk kez tam olarak eşinden, yaşadıklarından ciddi anlamda bahsettiğinde -gece kulübüne gitmişlerdi ve bir iki bira içmişti kadın- fazla gelmemiş miydi ona? Daha fazla dayanamayıp: "Dur, yeter, anlatma!" demiş ve tuvalete gidip ağlamamış mıydı? Tanıştıkları ilk zamanlarda eski eşiyle bütün bağlarını kopardığına inanmıştı ama bu inancı git gide sarsılıyor muydu? Bütün bu düşünceler inancını kaybetmeye başladığını hissetmesinden doğuyordu. Bunun için onu suçlamak istemiyordu aslında, onu anlamaya ve onun yanında olmaya çalışıyordu ama ya kendisi onun için sadece bir sığınaksa? Bütün duyguları, sözleri ve belki hissettirdikleri sadece bir oyundan ibaretse? Eski eşinden kaçarken kendini hiç olmadığı kadar rahat ve huzurlu hissettiği bir sığınak bulmuştu ve kadın da hiç itiraz etmeden öylece kabul etmişti onu. Sorgulamadan, yargılamadan dinlemiş, onu olduğu gibi sarıp sarmalamıştı. Örselenmiş, kanatları kırılmış bir kuş gibi görmüştü onu ve yeniden uçması için yardım edecekti ona. Fakat ya yeniden kanatlandığında artık geri dönmezse? Bu muydu kadının korkusu? O yüzden mi henüz iyileşmeden onu bırakmayı düşünüyordu? Geri döneceğini biliyordu ya da inanıyordu diyelim. Ama onun bu yaralı çırpınışlarına dayanamıyordu. Onu yaralayan avcısına olan merhametine katlanamıyordu. Bütün çabalarının boşa gittiğini hissediyordu ve bu onu öfkelendiriyordu. Belki biraz avcının onu elinden almasından da korkuyordu. Çünkü oldukça kurnaz ve usta bir avcıydı, üstelik iyi bir insan olduğuna inandırmıştı kuşu. Tuzağına da böyle düşürmüştü muhtemelen çünkü kadın kuşu ilk gördüğü anda oldukça iyi bir yüreği olduğuna inanmıştı. O yüzden kabul etmişti belki ona sığınak olmayı.

      Gece aldığı kararı uygulamaya cesareti olmadığını düşündü. Aslında cesaretten daha farklı bir şeydi bu. Aldığı kararın yanlış olduğunu ta derinlerden bir yerden hissediyordu. Pişman olacaktı. Güzel olan her şeyi bozmaya o kadar alışmıştı ki. Tek bir düşünce bütün hayatını mahvediyordu: "Ya hiçbir şey gerçek değilse? Ya beni manipüle ediyor, kandırıyorsa? Ya bir yalanı yaşıyorsam?" Asla "Bir yalan bile olsa mutluyum ve bu bana yeter." diyemiyordu. Ona göre gerçekler ne kadar acı verici olursa olsun bir yalanı yaşamak; o yalana inanmak, inandırılmak kadar acı verici olamazdı. Yanılıyordu. Bir yalana inanıp mutlu olmak da gerçekti, o yalan ortaya çıkana kadar...

      Yıllar önce çok sevdiği bir arkadaşı tarafından cinsel saldırıya uğramıştı. O, arkadaşını evine almış, kardeşlerinden ayırmamış ve ona bir sevgiliye verilecek kadar çok değer vermişti. Arkadaşlıklarının beşinci yılının sonunda -ki beşinci yıllarında beş kez saldırda bulunmuş, kadın her seferinde bağırmakla tehdit edip kurtulmuş ve fakat ne acıdır ki yalnız kalmamak için onunla arkadaşlığını da sürdürmüş (çünkü kadın öyle manipüle edilmiş ki adamın çok iyi biri olduğuna-adamın kendisinin de buna sarsılmaz bir inancı varmış- ona çok değer verdiğine ve asla zarar vermeyeceğine, bu saldırıların kendi suçu olduğuna, eğer onun istemediği bir şey yapar ya da söylerse arkadaşının onu terk edeceğine-ki sürekli arkadaşlığını bitirmekle, onu bir daha aramamakla tehdit ederdi kadını- inanıyormuş)- karşı tarafın onu hep bir orospu olarak gördüğünü ve arkadaşının gözünde zerre kadar değerinin olmadığını anlamış acı bir şekilde... Beş yıldır onu hiç değiştirmeye çalışmadan olduğu gibi sevdiği, ailesinden bir parça olarak gördüğü, kendini her yönüyle açtığı ve onu kaybetmemek için taciz edilmeyi bile kabullendiği -kabullendiğini sandığı- adamın gözünde bir paçavradan farkı olmadığını anlamış.Yaşadığı hayal kırıklığını, üzüntüyü hayal dahi edemezseniz. Dünyasının o an nasıl yıkıldığını -ve iyi ki de yıkılmış- düşünemezsiniz. Hani demiştim ya bir yalana inanmak da gerçekti, o yalan ortaya çıkana kadar; işte öyle. Beş yıl boyunca yaşadığının sandığı gerçeklik; o gerçek sandığı ve inandığı sevgi, saygı, değer gibi kavramlar koca bir yalanmış ya da hepsini kendi uydurmuş. Uydurduğu bu gerçekliği arkadaşı sandığı adama giydirmiş.

      Şimdi yine korkuyordu. Korkusunun sebebi yaşadığı bu büyük yıkımdı belki de. Yaşadıkları bir olay sonucu adamın bencilliğini ve iki yüzlülüğünü mükemmel şekilde saklayan maskesi, yine adamın kendi sözleri ve küfürleriyle düşmüştü. Adamın ağzından çıkan o ilk "orospu" kelimesinin kadında bıraktığı etki şimdi kendisinin bile hayal dahi edemeyeceği ağırlıktaydı. Yıllardır bunun içinde biriktirmiş, sürekli bunu sayıklamış, öyle olduğuna içten bir şekilde inanmış, şimdi de kadının yüzüne haykırmıştı. Utanılacak bir şeymiş gibi, ve kadın o utanılacak şeyi yapıyormuş da ancak bir lağım çukuruna layıkmış gibi, kendisi gibi değerli ve iyi bir adam kadını kurtarıyormuş ve fakat kadın orospu olduğu, adi ve şerefsiz olduğu hâlde kendisini  koruyan, kendisine iyi davranan -çünkü adam dünyadaki en iyi insandı- bu adamla sevişmiyormuş gibi -hayır, sevişmek gibi güzel bir kelimeye ve eyleme layık değil böylesi- herkese veriyormuş da ona bir tek ona vermiyormuş -onun bakış açısını anlatmak için bu şekilde söylemek daha doğru- gibi davranmıştı. Kadın ağlayarak anlamıştı ki adamın ona dokunmasını asla istememişti, hiçbir zaman, asla ve tiksiniyordu. Taciz edilmişti, cinsel saldırıya uğramıştı; arkadaşlık kisvesi altında aşağılanmış, hor görülmüş, hırpalanmış, kendine olan güveni yerle bir edilmiş ve en önemlisi yalnızlaştırılmıştı. Yapayalnız bırakılmıştı. Kendine muhtaç etmiş sonrasında da köpek gibi itip kakmıştı kadını. Karşısındaki beş yıl boyunca değer verdiği ve çok sevdiği adam aşağılığın tekiydi ve kadın ona duyduğu sevgiden kör olmuştu! Evet, tam olarak bu işte. Kör olmuştu! Artık sevgisinin onu kör etmesini istemiyordu ve hayatının geri kalanında bu duygu yüzünden kimseye güvenemeyecekti.

      O şehirden ayrıldıktan sonra iki yıl boyunca bunun altında ezilmişti. Kimseyle konuşup arkadaşlık kurmuyor, kimseye güvenmiyordu. Sürekli içten içe, o adam gerçek yüzünü göstermeseydi bu hastalıklı duruma devam edecek miydim? diye sorup duruyordu kendine. İlaca başladı, o süreçte bok gibi başka insanlar da tanıdı. Korktu, bağlandı, ağladı, kendisini bu hastalıklı duruma yeniden sokmaya çalıştı ve acı çektirdi kendine. Sonra bir sabah uyandığında her şey gitmişti. İşte tam bu zamanda tanışmıştı bu yaralı kuşla. Ve görür görmez içinde yıllardır eksik olan bir parçanın tamamlandığını hissetmişti. Koşulsuzca teslim olmak istedi, başardı da bir süreliğine. Ama şimdi yine hortlayan "Ya her şey bir yalandan ibaretse? Ya yine kendim uyduruyorsam ve ona duyduğum bu bağlılık yüzünden gözlerimi kapattıysam ve sadece görmek istediklerimi görüyorsam? Ya görmek istemediklerim, çok mu korkutucu? Canım mı yanacak yine?" düşüncesinin her şeyi mahvedeceğinden korkuyor. Yaşadığı tecrübeyi unutamıyor. Gardının indiremiyor bu yüzden.

      Eski eşiyle olan durumu da korkutuyor kadını. "Ya hâlâ seviyorsa onu? Ya ben onun için bir illüzyonsam? Beni sevdiğini düşünerek eşine duyduğu duyguları bastırıyor ve beni de kendini de kandırıyor olabilir mi? Neden eşi gibi olan kadınlardan değilim? Neden birincinin gölgesinde kalan ikinci kadınım? Neden ondan kopamıyor?"

      Odasına girdi, masaya oturup başını ellerinin arasında aldı. Onu bırakamazdı, en azından böyle yaralıyken. Ama ya yaralı olan o değil de kadının kendisiydi ise?

      






7 Ekim 2019 Pazartesi

KADIN


Kışın en çetin zamanında gelmiştim köye. Şimdi bahçemdeki iskemlede otururken alnımda yanağıma oradan boynuma usulca akan ter damlacıkları, böyle sert bir kış olabileceğine ihtimal dahi vermiyor oysa. Böyle giderse kimse kalmayacak köyde, diye düşünüyorum. Erkeklerin çoğu iş bulmak ümidiyle büyük şehre gitmiş; geride kadınlar, çocuklar yaşlılar... Hele kadınlar... Köyde tek başlarına kalakalmışlar, bütün yük onların sırtında. Günün büyük kısmında, ellerinde kalan üç beş dönüm ekili tarlayla uğraşıyor sonrasında ekmek pişir, yemek yap, çocuk bak, üstelik bir de yaşlıların dırdırı... Günü akşam ediyorlar böyle. En çok küçük çocuğu olanların, sırtlarında bebeleriyle o yakıcı güneşin altında durmadan çalıştıklarını gördüğümde sızlıyorum.
            Biri sesleniyor, dönüp bakıyorum. Zahide Hanım... Bana göre köyün en talihsiz kadını. Bir kez olsun gülmemiş kader yüzüne. Sekiz yıl olmuş kocası şehre gideli, gidiş o gidiş... Çocuğu yok, olmamış. Kocası onu suçlayıp dururmuş da ses etmezmiş Zahide. Bir iki kez doktora gitmeyi teklif etmiş, dinleyen kim. Bir kez olsun belki suç senindir, diyememiş. İçine atmış yıllarca. Yanıma yaklaşıp selam veriyor. Karşımdaki iskemleye oturmasını işaret ediyorum, oturuyor. “Haber geldi kocamdan, eski kocamdan, yarın dönüyormuş köye.” Diyor kısık ve buruk bir sesle. Bunu söylerken birkaç damla yaş akıyor gözlerinden. “Zahide” diyorum, “Senin suçun değil, yapman gerekeni yaptın sen.” Birkaç damla yaş, gözlerinden boşanan bir sele dönüyor. Yıllarca o herifin derini çektiğine mi yoksa yeniden evlenip üstelik iki çocuğu olduğunu dönecek adama nasıl söyleyeceğini bilememenin yükünden mi ağlıyor, bilmiyorum. Korkuyor belki de eski kocasından; gelip yeniden kendisine musallat olacağından, rahat vermeyeceğinden, eziyetlerine devam edeceğinden. Ah Zahide, sana düşen hep gözyaşları mı olacak? Konuyu değiştiriyor sonra ama kalbinin sancısını ağzından çıkan her sözcükte tüm ağırlığıyla hissediyorum. Kalkıp gideceği zaman sarılıyorum ona, sımsıkı. Ne kadar sıkı sarılırsam acılarına o kadar ortak olacakmışım gibi.
            Köyün sessizliği insana, içinin derinlerine inme fırsatı sunuyor. Uzun kış gecelerinde tek göz odamda sobanın başında otururken derin düşlere dalıyordum. Kendimle öyle çok zaman geçirmiştim ki, neredeyse kendimden yeni bir ben doğuracaktım. Zahide’le öyle bir gecede tanıştık. Yine sobanın başında oturmuş derin hülyalara dalmışken ben, kapının hafifçe tıkladığını duydum. Az nüfuslu köyde pek ziyaretçim olmazdı doğrusu. Bir yandan dışarıdaki şiddetli yağmura aldırmadan kapımı çalanın kim olabileceğini düşünüyor bir yandan da içimdeki ürpertiyi bastırmaya çalışıyordum. Kapı tekrar tıklayınca “Kim o?” dedim sesime korkusuzluk katarak. “Zahide ben.” dedi kapıdaki duyulur duyulmaz bir sesle. İçim rahatladı. Tanıyordum Zahide’yi, karşılaştıkça selamlaşır ayaküstü sohbet ederdik. Bana ekmek ya da yemek getirdiği zamanlarda otururduk biraz, büyük şehirle ilgili sorular sorardı bana. Sırılsıklam olmuştu. Yanına neden bir şemsiye almadığını düşündüm. Bu yağmurda şemsiyesiz, üstelik incecik kıyafetlerle, dışarı çıkmak pek akıl kârı değildi. İçeri aldım, sobanın başına oturttum. “İdris sokağa attı, gidecek yerim yok.” dedi acı bir sesle. Sesi titriyordu. Konuşturup yormak istemiyordum, elbiselerimden verdim, yanımda yer yaptım, birlikte uyuduk o gece. Sabah uyandığımda yatağı boştu, verdiğim kıyafetler güzelce katlanıp kenara konulmuştu, belki de konuşmaya mecali olmadığından ben uyanmadan gitmişti.
            Gitmelere vurgundu Zahide’nin yüreği. “Bir gün gideceğim buralardan abla, kurtulacağım.” derdi ara sıra. Küçük çocuğunu kucağına aldığından beri hiç duymadım bu cümleyi ondan. Kader onu bağlayıvermişti bu küçücük yere sanki. İdris gittiğinde o da gitmeyi geçirmiş kafasından, malı mülkü yok, bir iki parça kıyafet hepsi bu. Gidememiş, korkmuş, yol bilmez iz bilmez, kurda kuşa yem olmaktan korkmuş. Bu yaşına kadar köyün sınırını dahi geçmemiş ki. Zahide demişler adına ama o da işte binlerce ‘Ünzile’den biri. Bir gün dinlettim şarkıyı ona, bir şey demedi, gözlerini kaçırdı sadece.
            Köyün aşağısındaki ağaçlıkların orada yürümeyi alışkanlık edindim kendime. Buraya geldiğimde ilk defa bir köye gelmiş şehirli gibi davranıyor, her şeye ilgiyle yaklaşıyor ve köyle ilgili her şeyi sevimli buluyordum. İnek sağan, ekmek pişiren, tarlada çalışan kadınları izliyor onları fotoğraflıyordum. Leğende kendisini yıkayan annesinden kaçıp, köyün meydanında çıplak halde koşuşturan küçük çocukları gülümseyerek izliyordum. Fakat köyde bu kadar uzun kalmayı düşünmemiştim. Bir zaman sonra bütün bunlara alışmış olacağım ki hiçbiri keyif vermemeye başladı. Sıkıldım sonunda. Beni eğlendirecek ya da en azından oyalayacak bir şeyler aramaya başladım. Çünkü bu köyde bu kadar uzun süre kalıp da yapacak bir şey bulamazsa insan, kafayı yer. Son günlerde ağaçlıkların oraya daha sık gidiyorum. Yürüyorum uzun uzun. Zahide de geliyor bazen, hiç konuşmuyoruz.
            Bütün gece Zahide’yi düşündüm. Bugün birlikte yürürüz diyordum ama yağmur var. Öğleye doğru azalır belki. Pencereye yanaşıyorum. Su damlacıklarının akıp giderken camda izlediği yolu takip ediyorum. Damlalardan birini kestiriyorum gözüme, aşağı kadar inip yok olana ya da başka bir damlaya karışana kadar izliyorum onları. Tek başına akıp yok olanlar için üzülüyorum. Zahide geliyor aklıma, tek başına akıp giden Zahide. Diğerleri gelip etrafında akıyor, yolunu kesmeye, onun akışını engellemeye çalışıyor; kimisi arkasından kovalıyor fakat o hiç oralı değil. Tek başına yok oluşuna -ya da kim bilir belki kurtuluşuna- doğru hızla akıyor. Bitsin istiyor, öyle ya da böyle, bitsin. Tek düşündüğü bu. İnsan ancak yok olarak kurtulabilir acılarından. Aynı zamanda mutluluklarından da. Fakat o hiç mutlu olmamış ki, neden istemesin öyleyse yok olmayı? Kapısına gidip onu aldığımı, sarıp sarmaladığımı ve buralardan çok uzaklara götürdüğümü hayal ediyorum. Ya da bir şekilde kaçıp kendini kurtardığını, bu çürümüş toplumun uzağında bir yerde çocuklarıyla hayata gülümsediğini. Bir kere birlikte yürürken ona başımdan geçen komik bir olayı anlatmıştım da ilk defa o zaman gülümsediğini görmüştüm. Uzaktan gelen bir çığlık sesiyle koparıldım hayal dünyamdan. Ne olduğunu anlamak için kapıya koştum, yağmurluğumu giyip koşar adım köyün meydanına indim. Meydandaki kadınlar bağırış çağırış içinde tepedeki ağaca doğru koşuyorlardı, peşlerinden yürüdüm. Tepeye ve tepedeki ağaçta sallanan karaltıya yaklaştıkça adımlarım hızlandı, koşmaya başladım, deli gibi koşuyordum. Dizlerim titremeye, kulaklarımda “Hayır!” sesi yankılanmaya başladı. Onu gördüğümde olduğum yere çakılıp kaldım, ayaklarım bir adım daha atacak gücü bulamadı kendinde. Zahide gitmişti...
            Bir yaprak düştü dalından. Su çürüdü. Çürüdü her şey, ağaçtaki meyve, tarladaki buğday ve insan... Dondu zaman Zahide’nin gidişiyle, zamanı da götürdü kendisiyle sanki. Kadınların ölmeye devam edeceği bir ülkede bir fotoğraf karesi olduk insanların bakıp da yazıklanacağı.
            Şimdi gözlerimi her kapadığımda Zahide’nin o incecik gülümsemesini görüyorum karşımda... Zahide ilk değildi, biliyorum ki son da olmayacak...

16 Aralık 2018 Pazar

"Yol Ayrımı" Üzerine Bir Eleştiri

           Y... ile Şener Şen'in oyunculuğundan ve onu sevdiğimizden bahsederken son filmini izleyelim bir gün dedik, geçen akşam da izledik efendim. İzlerken sürekli kıyas yapıyor, eleştiriyordum. Benim için filmler üzerine yazma deneyimi olsun diye de bu düşüncelerimi yazıya geçirmeye karar verdim.
           Filmin başlangıcında sert bir imaj çizen Şener Şen, onun bu ifadelerine alışık olmadığımdan olsa gerek ya da daha önceki filmlerinde -örneğin Kibar Feyzo ya da Banker Bilo- kötü olsa bile komik olduğundan her an yumuşayacakmış gibi görünüyordu. Senaristler de öyle düşünmüş olacak ki filmin henüz ilk dakikalarında Şener Şen'e kaza yaptırıp onu vicdanlı, iyi bir insan karakterine büründürmüş. Bu dönüşüm çok yavan ve hızlı bir şekilde gerçekleştirilmiş, adeta geçiştirilmiş. Bir insanın, özellikle bütün hayatını para kazanma hırsıyla geçirmiş, ailesi bile gözünde olmayan birinin aniden o kadar vicdanlı birine dönüşmesi de ancak Türk filmlerinde olur zaten. Üstelik Şener Şen hakimle konuşurken bu dönüşümü yaşama sebebini anlatıyor ve bu sebep, filmin üzerine kurulduğu temelin ne olduğunu bize gösteriyor. Senarist ne kadar hayatınızı yaşayın mesajı için uğraşmış olsa da film bana, iyi insan olmazsan cehenneme gidersin mesajını vermek için yazılmış gibi hissettirdi. İslam, insanın ruhunu teslim ederken gideceği yeri gördüğünü söyler. Filmde de karakterin gideceği yeri görmüş olması, bu bilgi ışığında değerlendirilmelidir. 
           Karakterlerin konuşmaları kişisel gelişim kitaplarından fırlamış gibi. Sürekli bilale anlatır gibi öğütler veriyorlar. Film izlemiyor da kişisel gelişim kitabı okuyordum sanki. Cehennemi görüp geri dönmüş bir kişiden tavsiyeler, kitabın adı da Cehennemi Yaşadım. 
           Şener Şen'in evini terk ettiği sahnede nedense aklıma Tolstoy geldi. Onunla ilgili izlediğim bir filmde de buna benzer bir sahne hatırlıyorum. Keza sonrasında arkadaşı karakterimize Tolstoy'dan alıntı yaparak bir şeyler söylüyor.
           Charles Dickens'ın Noel Şarkısı kitabını okumuştum filmden hemen önce. Filmin konusunu kitabın konusuna benzettim. Kitapta para kazanma hırsından gözleri kör olmuş, bu sebeple yapayalnız kalmış karakterimiz, üç ruhla yaptığı gezilerden sonra pişmanlık duyar ve o günden sonra hayatını yaşamaya, iyi bir insan olmaya çabalar. Kitabı okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. 
           "Devrim, emek, işçi sınıfı, araya bir de Gülten Akın kitabı koyalım." "Cehennemi koymayı unutmayalım, sonuçta ülkenin yüzde bilmem kaçı müslüman, en önemli ekmek kapımız." "Aşk ve dostluk da katalım biraz." vb argümanlarla yazılmış bir senaryo. Böyle yaparsak filmimizi herkes izler, izleyen her kesim birbirine tavsiye eder sanıyorlar. Ne suya dokunuyorlar ne sabuna fakat yine de oradan ekmek yemek istiyorlar. Tıpkı Elif Şafak gibi!
          Bu kadar olumsuz eleştiriden sonra yapacağım tek olumlu eleştiriye geldik nihayet. Hoşuma giden tek sahne, yağmur yağarken onu izleyen Şener Şen'in elini uzatıp yağmur damlalarına -daha doğrusu damlaların ona- dokunması. Yağmuru çok sevdiğimden olmalı, ne zaman çok bunalsam kendimi ona benzer bir sahnede hayal ederim. 
          Filmi izlerken çok bir beklentim yoktu. Zaten Av Mevsimi'ni izledikten sonra Yavuz Turgul'la ilgili bir şekil çizmiştim kafamda. O filmde olduğu gibi bu filmi de sırf Şener Şen oynuyor diye izleme gafletine düştüm. Değdi mi, değmedi doğrusu.

4 Aralık 2017 Pazartesi

seni öpsem

Bu gece buraya bir şiir bırakacağım!
"seni öpsem, gülse bir halk
seni öpsem, yoksulluk
utansa verdiği acılardan
kırılsa her türlü korkunun kanadı.
seni öpsem, silinse
alın çizgilerinden gam
yürek kuytularından akşam.
bir sonsuz yağmur yağsa
aşkın kardeş bulutlarından
aynı mutlulukla ıslansa dünya.
ayrılığa kapanmasa kapılar
odalar üzgün durmasa.
seni öpsem, buğulanmasa gözlerin
gülse yaz günleri gibi
insanların gölgeli yüzleri.
kar yağmasa dar yoluna
kardeşimi koynunda saklamış dağların
çıkıp gelse alanlardan
anılardan, duvarlardan
o gencecik ermişler.
işısa yeniden annelerin yüreği
çocuklar çoğalsa sevinçten
çözülse babaların kaşlarındaki bulut.
seni öpsem, boğulsa
açtığı acının çukurunda
yüzü kışlar kadar soğuk
o bilinçli kötülük
arınsa ömrümüzün kiri, kederi…
donup kalmasa dudaklarımda
bir suç gibi öpüşün
bencilliği andıran o buruk tadı
mutluluk dokunmasa çoğul yanıma.
seni öpsem ve dünya
kurulsa yeniden
sevgi kadar yumuşak, zengin ve ak"
Şükrü Erbaş

PİRİNÇ

      İçeri girdiğimde soba yanıyordu usul usul. Loş odanın ölgün aydınlığında, fırlayarak, her tarafı yakıp kül etmek için çıldıran azgın, ...