Kışın
en çetin zamanında gelmiştim köye. Şimdi bahçemdeki iskemlede otururken alnımda
yanağıma oradan boynuma usulca akan ter damlacıkları, böyle sert bir kış
olabileceğine ihtimal dahi vermiyor oysa. Böyle giderse kimse kalmayacak köyde,
diye düşünüyorum. Erkeklerin çoğu iş bulmak ümidiyle büyük şehre gitmiş; geride
kadınlar, çocuklar yaşlılar... Hele kadınlar... Köyde tek başlarına
kalakalmışlar, bütün yük onların sırtında. Günün büyük kısmında, ellerinde
kalan üç beş dönüm ekili tarlayla uğraşıyor sonrasında ekmek pişir, yemek yap,
çocuk bak, üstelik bir de yaşlıların dırdırı... Günü akşam ediyorlar böyle. En
çok küçük çocuğu olanların, sırtlarında bebeleriyle o yakıcı güneşin altında
durmadan çalıştıklarını gördüğümde sızlıyorum.
Biri sesleniyor, dönüp bakıyorum.
Zahide Hanım... Bana göre köyün en talihsiz kadını. Bir kez olsun gülmemiş
kader yüzüne. Sekiz yıl olmuş kocası şehre gideli, gidiş o gidiş... Çocuğu yok,
olmamış. Kocası onu suçlayıp dururmuş da ses etmezmiş Zahide. Bir iki kez
doktora gitmeyi teklif etmiş, dinleyen kim. Bir kez olsun belki suç senindir,
diyememiş. İçine atmış yıllarca. Yanıma yaklaşıp selam veriyor. Karşımdaki
iskemleye oturmasını işaret ediyorum, oturuyor. “Haber geldi kocamdan, eski
kocamdan, yarın dönüyormuş köye.” Diyor kısık ve buruk bir sesle. Bunu
söylerken birkaç damla yaş akıyor gözlerinden. “Zahide” diyorum, “Senin suçun
değil, yapman gerekeni yaptın sen.” Birkaç damla yaş, gözlerinden boşanan bir
sele dönüyor. Yıllarca o herifin derini çektiğine mi yoksa yeniden evlenip
üstelik iki çocuğu olduğunu dönecek adama nasıl söyleyeceğini bilememenin
yükünden mi ağlıyor, bilmiyorum. Korkuyor belki de eski kocasından; gelip
yeniden kendisine musallat olacağından, rahat vermeyeceğinden, eziyetlerine
devam edeceğinden. Ah Zahide, sana düşen hep gözyaşları mı olacak? Konuyu
değiştiriyor sonra ama kalbinin sancısını ağzından çıkan her sözcükte tüm
ağırlığıyla hissediyorum. Kalkıp gideceği zaman sarılıyorum ona, sımsıkı. Ne
kadar sıkı sarılırsam acılarına o kadar ortak olacakmışım gibi.
Köyün sessizliği insana, içinin
derinlerine inme fırsatı sunuyor. Uzun kış gecelerinde tek göz odamda sobanın
başında otururken derin düşlere dalıyordum. Kendimle öyle çok zaman geçirmiştim
ki, neredeyse kendimden yeni bir ben doğuracaktım. Zahide’le öyle bir gecede
tanıştık. Yine sobanın başında oturmuş derin hülyalara dalmışken ben, kapının
hafifçe tıkladığını duydum. Az nüfuslu köyde pek ziyaretçim olmazdı doğrusu.
Bir yandan dışarıdaki şiddetli yağmura aldırmadan kapımı çalanın kim
olabileceğini düşünüyor bir yandan da içimdeki ürpertiyi bastırmaya
çalışıyordum. Kapı tekrar tıklayınca “Kim o?” dedim sesime korkusuzluk katarak.
“Zahide ben.” dedi kapıdaki duyulur duyulmaz bir sesle. İçim rahatladı.
Tanıyordum Zahide’yi, karşılaştıkça selamlaşır ayaküstü sohbet ederdik. Bana
ekmek ya da yemek getirdiği zamanlarda otururduk biraz, büyük şehirle ilgili
sorular sorardı bana. Sırılsıklam olmuştu. Yanına neden bir şemsiye almadığını
düşündüm. Bu yağmurda şemsiyesiz, üstelik incecik kıyafetlerle, dışarı çıkmak
pek akıl kârı değildi. İçeri aldım, sobanın başına oturttum. “İdris sokağa
attı, gidecek yerim yok.” dedi acı bir sesle. Sesi titriyordu. Konuşturup
yormak istemiyordum, elbiselerimden verdim, yanımda yer yaptım, birlikte uyuduk
o gece. Sabah uyandığımda yatağı boştu, verdiğim kıyafetler güzelce katlanıp
kenara konulmuştu, belki de konuşmaya mecali olmadığından ben uyanmadan
gitmişti.
Gitmelere vurgundu Zahide’nin
yüreği. “Bir gün gideceğim buralardan abla, kurtulacağım.” derdi ara sıra.
Küçük çocuğunu kucağına aldığından beri hiç duymadım bu cümleyi ondan. Kader
onu bağlayıvermişti bu küçücük yere sanki. İdris gittiğinde o da gitmeyi geçirmiş
kafasından, malı mülkü yok, bir iki parça kıyafet hepsi bu. Gidememiş, korkmuş,
yol bilmez iz bilmez, kurda kuşa yem olmaktan korkmuş. Bu yaşına kadar köyün
sınırını dahi geçmemiş ki. Zahide demişler adına ama o da işte binlerce
‘Ünzile’den biri. Bir gün dinlettim şarkıyı ona, bir şey demedi, gözlerini
kaçırdı sadece.
Köyün aşağısındaki ağaçlıkların
orada yürümeyi alışkanlık edindim kendime. Buraya geldiğimde ilk defa bir köye
gelmiş şehirli gibi davranıyor, her şeye ilgiyle yaklaşıyor ve köyle ilgili her
şeyi sevimli buluyordum. İnek sağan, ekmek pişiren, tarlada çalışan kadınları izliyor
onları fotoğraflıyordum. Leğende kendisini yıkayan annesinden kaçıp, köyün
meydanında çıplak halde koşuşturan küçük çocukları gülümseyerek izliyordum. Fakat
köyde bu kadar uzun kalmayı düşünmemiştim. Bir zaman sonra bütün bunlara
alışmış olacağım ki hiçbiri keyif vermemeye başladı. Sıkıldım sonunda. Beni
eğlendirecek ya da en azından oyalayacak bir şeyler aramaya başladım. Çünkü bu
köyde bu kadar uzun süre kalıp da yapacak bir şey bulamazsa insan, kafayı yer.
Son günlerde ağaçlıkların oraya daha sık gidiyorum. Yürüyorum uzun uzun. Zahide
de geliyor bazen, hiç konuşmuyoruz.
Bütün gece Zahide’yi düşündüm. Bugün
birlikte yürürüz diyordum ama yağmur var. Öğleye doğru azalır belki. Pencereye
yanaşıyorum. Su damlacıklarının akıp giderken camda izlediği yolu takip
ediyorum. Damlalardan birini kestiriyorum gözüme, aşağı kadar inip yok olana ya
da başka bir damlaya karışana kadar izliyorum onları. Tek başına akıp yok
olanlar için üzülüyorum. Zahide geliyor aklıma, tek başına akıp giden Zahide.
Diğerleri gelip etrafında akıyor, yolunu kesmeye, onun akışını engellemeye
çalışıyor; kimisi arkasından kovalıyor fakat o hiç oralı değil. Tek başına yok
oluşuna -ya da kim bilir belki kurtuluşuna- doğru hızla akıyor. Bitsin istiyor,
öyle ya da böyle, bitsin. Tek düşündüğü bu. İnsan ancak yok olarak kurtulabilir
acılarından. Aynı zamanda mutluluklarından da. Fakat o hiç mutlu olmamış ki,
neden istemesin öyleyse yok olmayı? Kapısına gidip onu aldığımı, sarıp
sarmaladığımı ve buralardan çok uzaklara götürdüğümü hayal ediyorum. Ya da bir
şekilde kaçıp kendini kurtardığını, bu çürümüş toplumun uzağında bir yerde
çocuklarıyla hayata gülümsediğini. Bir kere birlikte yürürken ona başımdan
geçen komik bir olayı anlatmıştım da ilk defa o zaman gülümsediğini görmüştüm.
Uzaktan gelen bir çığlık sesiyle koparıldım hayal dünyamdan. Ne olduğunu
anlamak için kapıya koştum, yağmurluğumu giyip koşar adım köyün meydanına
indim. Meydandaki kadınlar bağırış çağırış içinde tepedeki ağaca doğru
koşuyorlardı, peşlerinden yürüdüm. Tepeye ve tepedeki ağaçta sallanan karaltıya
yaklaştıkça adımlarım hızlandı, koşmaya başladım, deli gibi koşuyordum.
Dizlerim titremeye, kulaklarımda “Hayır!” sesi yankılanmaya başladı. Onu
gördüğümde olduğum yere çakılıp kaldım, ayaklarım bir adım daha atacak gücü
bulamadı kendinde. Zahide gitmişti...
Bir yaprak düştü dalından. Su
çürüdü. Çürüdü her şey, ağaçtaki meyve, tarladaki buğday ve insan... Dondu
zaman Zahide’nin gidişiyle, zamanı da götürdü kendisiyle sanki. Kadınların
ölmeye devam edeceği bir ülkede bir fotoğraf karesi olduk insanların bakıp da
yazıklanacağı.
Şimdi gözlerimi her kapadığımda
Zahide’nin o incecik gülümsemesini görüyorum karşımda... Zahide ilk değildi,
biliyorum ki son da olmayacak...