22 Ağustos 2011 Pazartesi

İyi ki Kitaplar Var

          Gidip de geri gelmeyen kitaplarımın arkasında hep çok üzülmüşümdür. Hatırladığım kadarıyla ilk defa 3. sınıfta yaşadım bu duyguyu. Ömer Seyfettin'in "Üç Nasihat" isimli bir hikayesi vardır, bilirsiniz belki. Bu hikayenin adını taşıyan ve içinde bu hikayeden başka (kaç tane olduğunu hatırlamıyorum) bir kaç hikaye daha bulunan bir kitabım vardı. 2. sınıf öğretmenim hediye etmişti ve benim için oldukça değerli bir kitaptı. Öğretmenimi çok seviyordum -tabii o da beni çok severdi:)- ve bu kitabı bana hediye etmiş olması beni gerçekten çok mutlu etmişti. Kimbilir belki de sahip olduğum ve çok sevdiğim o ilk kitabım, şimdilerde okumayı çok sevmemin temelidir, yapı taşıdır. O kitabı defalarca okuyup özenle sakladığımı hatırlarım hâlâ. O yaşımda yaptığım gibi şimdi de bütün kitaplarımı çocuklarım gibi görür, onları özenle korur ve sakınırım. Neyse, devam edelim. Bir yıl su gibi akıp geçti ve 3. sınıf oldum. Eskiden sınıflarda tahta dolaplar olurdu, hatırlarsınız (hâlâ var mı bilmiyorum ama gelişmemiş, ücrada kalmış okullarımızda muhtemelen vardır). O dolaplar süslenir püslenir içine de sınıfın malzemeleri konulurdu. Bir de kilitlenirdi o dolaplar, anahtar -galiba- kitaplık kolu üyelerinden birinde kalırdı. Bizim okulumuzun -ya da belki de Türkçe öğretmenimizin- şöyle bir uygulaması vardı ki her öğrenci evinde olan bir kitabını getirir o dolaba koyar ve sınıf kitaplığı olşturulurdu. Maksat bizim okuduğumuz kitapları arkadaşlarımızın da okumasını sağlamaktı. Ayrıca sınıftaki bütün öğrencilerin okul numarasının, isminin, aldığı kitabın adının, aldığı ve verdiği tarihin yazılı olduğu bir defter hazırlanırdı -sanırım o defteri ben hazırlamıştım:)- ve kitapların yanına koyulurdu. Öğrenciler okumak istediği kitabı dolaptan (yani kitaplıktan) alır, bitirince de kitabı yerine koyardı. Aslında çok güzel ve faydalı bir uygulamaydı bence, yani o dolaptan kitap alıp okuduğumu hatırlıyorum. Ve aldığım her kitabı, okuduktan sonra hiç bir zarar vermeden -aksine gözüm gibi bakardım aldığım her kitaba- yerine koyardım. Kitaba saygım vardı, aldığım her kitabı bir emanet olarak alıyordum ve bir emanete nasıl davranılması gerekiyorsa onlara öyle davranıyorum. Okuduğum kitap birinin çok sevdiği bir kitap olabilirdi ve onu kaybetmeye ya da hırpalamaya hakkım yoktu. Sanırım sınıfta sadece birkaç kişi bu şekilde düşünüyorduk.

          Sahip olduğum tek kitabı (evet, Üç Nasihat'i) yıl sonunda geri almak üzere sınıfımızın kitaplığına koydum. Komik belki ama kitabı kimin aldığını, kitabın kitaplığa koyduğum şekilde geri gelip gelmediğini (keşke hangi şekilde olursa olsun geri gelseydi, sadece geri gelseydi!) takip ettim hep. F... diye bir arkadaşım vardı, deftere göre kitabı en son o almıştı. Aradan bir gün geçti, iki gün  geçti, üç gün, dört gün... F...'den ses seda yok. Sordum, 'okuyorum' dedi. Aylar geçti, gittim yanına, 'bulamıyorum' dedi. 'bul lütfen' dedim. Bulmalıydı o kitabı, bulsundu. Gittim yanına 'arıyorum' dedi, 'iyi bak, iyi ara, o çok önemli benim için, bul lütfen' dedim. Ve gittim yanına 'kaybetmişim' dedi, 'yenisini alıcam' dedi. İstemedim, ne yapacaktım ki yenisini. Ben yenisini değil kendi kitabımı istiyordum. Çok üzüldüm, aylarca dilimden düşmedi o kitap ve bir müddet  F...'den neftret ettim. (Üniversiteden İ... hocam da bir öğrencisine kitabını vermiş, kız kitabı kaybedince yenisini almayı teklif etmiş hocaya. Hoca da benim verdiğim tepkinin aynısını vermiş. 'Ne yapayım yenisini, ben kendi kitabımı istiyorum' demiş. Yine de Allah razı olsun kitaplarını isteyen her öğrenciye vermeye devam ediyor. Anlatılanlar doğruysa hocamı benden daha iyi kimse anlayamaz sanırım.)

          Lise üçte Ahmet Günbay Yıldız'ın 'Sitem' adlı kitabımı kaybettim. Okul bitmek üzereydi ve neredeyse her gün M...'ye kitabımı getirmesini söyüyordum. 'Yarın getireyim' derdi her seferinde. Kaç yarın oldu, kitabım gelmedi. Okul bitti ve kısmete bakın ki o arkadaşımla aynı üniversiteyi kazandık. Yurtta bir aç kez karşılaştım fakat artık yüzüm yoktu kitabı istemeye.

          Zeki Kayahan Coşkun'un 'Fareli Köyün Kavalcısı ve Saz Arkadaşları' ile 'Türkleri Anlama Kılavuzu 2' kitaplarını da dershaneye giderken D... adlı arkadaşa kaptırdım. O da bir zkc dinleyicisiydi ve ben de okuması için  kitapları ona ödünç verdim. O da bana İclal Aydın'ın 'Hayat Güzeldir' kitabını getirmişti. (İtiraf ediyorum kitabı okumadım.) Bir dönem boyunca kitaplar onda kaldı. Dershanenin sonuna doğru kitaplarımı istedim. Akıllanmıştım, önce onun kitaplarımı getirmesini bekledim sonra ben onunkini götüreceketim. Her gün 'tamam getireyim canım' diyordu ama hiçbir zaman getirmedi ve ben o kitapların üzerine de bir bardak soğuk su içtim. Bunun üzerine ben de onun kitabını geri vermedim. Onun kitabı benimkiler kadar güzel değil tabi (gerçi hala okumadım:) ama ZKC'nin bu iki kitabı karşılığında Hayat Güzeldir'i teklif etmiş olsalardı kabul etmezdim.

          İ... hocam gidip de geri gelmeyen kitaplarını helâl ediyor mu bilemem fakat benim kafam biraz karışık bu konuda. Allah hiç kimseyi kitapsız bırakmasın diyor ve susuyorum.


(Dipnot: Kitabımın kapağı da tam olarak resimdeki gibiydi:)

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Ayrıcalıklar Üzerine Deneme

          Hastanenin koridorunda ben, annem ve anneannem oturmuş sıranın bize gelmesini bekliyoruz. Bir adam, yanında yaşlı bir teyze ve biri kız biri oğlan olmak üzere iki çocukla bize doğru geldi. Teyzeyi ve çocukları oturtup ayakta beklemeye başladı. Yanıma oturan teyzenin elindeki karneye gayri ihtiyari baktım, Türk Silahlı Kuvvetleri yazısı ilişti gözüme. Damadı Tük Silahlı Kuvvetleri'ne mensup olmalı. (Damadı diyorum çünkü çocuklar anneanne diye seslenmişti kadına ve ben kadının kızının değil de damadının asker olmasını uygun bulmuştum sanırım.) Bir süre bekledikten sonra adamın odadan çıkan hemşireye bir şeyler söylediğinin gördüm ve kulak misafiri oldum. :) "X (hasta teyzenin adını bilmiyorum, orada annem de demiş olabilir) şeker hastası, randevusuz geldik, doktorla görüşebilir miyiz?" türünde bir şeylerdi söylediği. "S.. Beyle mi?" diye sordu hemşire, adam "Hiç farketmez." dedi. Neyse bu arada Doktor S.. odadan çıktı, adam hemen dikildi karşısına. Doktora söylediklerini tam olarak aktaramayabilirim ama "X şeker hastası, hava hastanesine gittik fakat bir de siz görün istedik, randevumuz yok." gibi bir dizi cümle kurdu. Doktor, "Randevularım dolu." dedi. Yan odadaki doktorun adını söyleyip "O olur mu?" dedi, adam "Olur, hiç farketmez. O doktorla bi konuşsanız?" dedi. Bunu üzerine Dr. S.. bankoyu gösterip oradan randevu almasını söyledi ve odasına girdi.
          Bunu buraya neden mi yazıyorum? Çünkü bu konu hakkında söylemek istediğim şeyler var. Öncelikle teyzenin elinde, üzerinde Türk Silahlı Kuvettleri yazılı karneyi görünce düşündüğüm ilk şey adamın hastasını bizlerden önce muayene ettirmek isteyeceği, orada kendisine ve hastasına bir ayrıcalık tanınmasını bekleyeceğiydi. Nitekim tahminlerimde haklı da çıktım. Hadi tamam, oraya randevu alıncağını bilmeden gelmişsin diyelim, peki neden gidip özellikle doktorla konuşuyorsun ki? Bankoya gidip randevu alabileceğin bir doktor olup olmadığını sorabilirsin pekâla. Alırsın randevunu, beklersin sıranı paşa paşa. Ayrıca belirtmem gereken bir şey var ki göz doktoru için sıra bekliyoruz fakat adam ikide bir kadının şeker hastalığı olduğundan söz ediyor. Sıra bekleyenlerin çoğu 60 yaş üstüydü gördüğüm kadarıyla ve eminim ki hepsinin de türlü hastalıkları var. Eğer bir ayrıcalık bekliyorsanız, sizi zaten halk kesimindn ayıran ve size özel ihtimam gösteren yerleriniz çokça mevcut.
          Doktor S.. yardımcı olamayacağını belirtircesine odasına girip kapısını kapatınca adam gidip randevu aldı "mecburen."
          Bütün bunlar benim önyargılarımdan kaynaklanan değerlendirmeler mi bilmiyorum. Bildiğim şey şu ki, bi yerlerden ellerine verilen karneleri alıp nispet yaparcasına gelip doktorlardan veya harhangi birilerinden ayrıcalık beklemek, randevu alıp muayene için orda bekleyen onca hastaya hakarettir. Bu tavrın aynısını başka bir meslek grubuna dahil biri de gösterseydi tepkim yine aynı olurdu elbet. Aslında sorgulanması gereken temel nokta tam da bu değil mi? Neden herkesin sağlık güvencesi farklı? Neden herkes aynı kurumlardan, aynı derecede hizmet alamıyor? Daha fazla uzatacak değilim de, elinde o karneyle yanıma oturan teyzenin pek bi havalı olduğunu söylemeden de duramayacağım. Biraz burnu havada gibi geldin bana. Sanki o karne onu yeryüzünden alıp gökyüzüne çıkarmış, öyle yani. Bi afralar bi tafralar.
          İyisiyle kötüsüyle bi başlangıç yazısı oldu bu sanırım. Hadi bakalım..

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Pekâla. 4 yıllık bi aradan  sonra yeniden merhaba. 2007'de sayfayı açmış ve bir kaç yazı paylaşıp atmışım bir köşeye caaanım blog'u. Sanırım artık bi yerlerden başlamalıyım. Henüz ne yazacağım ya da ne yayınlayacağım hakkında hiçbir fikrim yok. İlerleyen zamanlarda ne olacağınıysa bilemiyorum..

PİRİNÇ

      İçeri girdiğimde soba yanıyordu usul usul. Loş odanın ölgün aydınlığında, fırlayarak, her tarafı yakıp kül etmek için çıldıran azgın, ...