11 Ekim 2011 Salı

Staja gitmeler, öğretmen havasına girmeler, neler neler... :)

          Üzerimde yavruağzı gömlek, kalın siyah kemer, siyah kumaş pantolon ve ayaklarımda hafif topuklu babet tarzı siyah bir ayakkabı. Trençkotumu üstüme geçirmiş koca çantamı omzuma almış kargalar kahvaltısını yapmadan henüz, staj gördüğüm okula doğru yola koyuluyorum. Okul... Bir ilköğretim okulu... Yıllar sonra yeniden bir ilköğretim okulunun bahçesindeyim. Ne ki konumum farklı....
          Rehber öğretmenimi -birlikte derse girip gözlem yapacağım Türkçe öğretmeni- bekliyorum. Müdür (ya da müdür yardımcısı tam olarak bilemiyorum) mikrofonu alıyor eline, "raat-hazrol" çekiyor öğrencilere. Bunun ardından "ilk hedefiniz sınıftır, ileri!" diye bir emir beklerken andımız okunmaya başlıyor. Çocuklar hep bir ağızdan bağırıyor: "Türküm doğruyum çalışkanım ilkem.....vıdı vıdı." Birinci sınıf olduğunu tahmin ettiğim sınıfın başında duran öğretmen kulağını öğrencilere doğru tutarak daha çok bağırmalarını istiyor. Öğretmenin bu tavrını gereksiz ve abartı buldum açıkçası. Ne yani bağıran öğrenci daha mı Türk olucak? Öğrenciler daha çok bağırınca öğretmen daha mı çok tatmin olucak, ne?
          Öğrenciler sırayla sınıflara alınıyor. Öğretmenler odasına giriyorum. Bir zamanlar çekinerek girdiğim odaya şimdi öğretmen adayı olarak rahatça girmek tuhaf geliyor. S..Hoca'yı bekliyorum bir süre. Gelmeyince müdür yardımcısının yanına gidip hocanın hangi sınıfa dersi olduğunu öğreniyorum. Sınıfa gidip bakıyorum hoca henüz gelmemiş. Nöbetçi öğrencilerin karşısında duran koltuk tarzı bir şeyin üzerine oturup bekliyorum. O sırada müdür yardımcısı, S.. hocanın gecikeceğini söyleyip beden eğitimi öğretmeninden 7B'ye girmesi için ricada bulunuyor ve beni de beden eğitimi öğretmeniyle birlikte giriyorum derse. Duvar kenarı en arka sıraya geçip oturuyorum. Öğretmen yoklamayı alıyor öncelikle. Sonra spor paralarından açıyor konuyu. Getirmeyenlere kızıyor, ertesi gün kesinlikle getirmelerini yoksa derste görüşeceklerini söylüyor. Parayı toplayan kız öğrenci paraları ve listeyi öğretmen masasında oturan hocaya götürüp veriyor. Kız korkmuş gibi, arması yakasına kadar çekilmiş, sessiz ve çekingen bakışlarla hocaya bakıyor. Hoca bir süre daha kızıyor, getirmeyenlerin ayağa kalkmasını söyüyor. Ayağa kalkan kızlardan biri elindeki 5 lira bozukluğu göstererek "Hocam ben bunu teneffüste tümleyip getirecektim." diyor. Kızın korkusunu hissediyorum, zamanında biz de geçtik ya bu sıralardan. :) Spor paraları mevzuundan sonra hoca çocuklara öğretmenin nasıl beklenmesi gerektiğini bilmediklerinden, koridorlarda dikilmelerinden dolayı kızıyor bir de. Kızacak bir şey kalmayınca öğrencileri serbest brakıyor ödev yapmaları des çalışmaları için. O sırada ben de önümde oturan öğrencilerden kâğıt alıp ilk gün izlenimlerimi yazmaya başlıyorum. Henüz üç cümle bile yazmamışken hoca geliyor ve beni öğretmen masasına alabileceğini söylüyor. İtiraz etmiyorum fakat ders anlatamayacağımı, konular hakkında çok bilgim olmadığını ve henüz buna hazır olmadığımı söylüyorum. :) Öğrencilere dönüp "Bunlar da pek bi şey bilmiyor zaten, en iyi bildikleri şey karakalem. Kitaplara karakalem yapımaktan başka bir şey yapmıyorlar" diyor. Bu duruma pek yabancı olmadığımı söylemek geçiyor içimden, susuyorum, gülümsemekle yetiniyorum. Zamanında ben da az karalamıyordum kitapları. O yüzden öğretmenimden azar işitmişliğim bile var. :) Aslında hâlâ karalıyorum desem yalan söylemiş olmam. :) "Bunlar" diyor, "her şeyi yapıyor bi ders çalışmıyorlar." Gülüyorum yine, "Hocam biz de zamanında çalışmazdık, anlayışlı olmak lazım biraz." diyorum. Hocanın kendi açısından haklılıkları olabilir ama doğrusunu söylemek gerekirse ders anında bu kadar sert olduğu için hocaya biraz kızdım. Yöresel ağız özellikleri vardı konuşmasında. Türkçe'nin yanlış kullanılmasından dem vurdu, fikrimi sordu. "Diğer öğretmenler bu işi yalnızca Türkçe öğretmenlerinin üzerine yıkıyor.Çocuk Türkçe dersinden çıkıp matematik dersine giriyor, matematik hocası ne telaffuzuna ne de Türkçe'nin kurallarına özen gösteriyor. bu bir ekip işi olmalı." diyorum.
          2. saat. S.. Hoca'nın bu saatte dersi yok, öğretmenler odasında beklerken Neyzen Tevfik'le ilgili bir kitap alıp okuyorum. O sırada fen bilgisi öğretmenliğinde okuyan bir çocuk da staj için geliyor Biraz onunla muhabbet ediyoruz. 3. ders geliyor S.. Hoca, birlikte derse giriyoruz. Girdiğimiz sınıf 7/D. En arkaya oturuyorum yine ve öğretmeni, öğrencileri, sınıfı gözlemlemeye başlıyorum.
          Önceki derslerde işlediği dil bilgisi konularıyla ilgili soru soruyor S.. Hoca. Rastgele seçiyor öğrencileri ve hepsine ismiyle hitap ediyor. Bu davranışı hoşuma gidiyor. Çocuklardan birine kitaplarının durumunu soruyor, çocuk "Hocam çalışma kitabı kaldı." diyor, hocaysa "Ben kitapları kaplı istiyorum." deyince olayın kitap kaplamak olduğunu anlıyorum. Zorla kitap kaplatmayı gereksiz ve saçma bulmakla birlikte çocuğun durumuna üzülüyorum çünkü biz ilkokuldayken kitaplarımızı babam kaplardı ve biz babamı kaybettikten sonra kitap kaplamakta çok zorlanmıştık. Sonra işlenecek metni açıp sessizce okulamalarını istiyor öğrencilerden. Kendi bir defa sesli okuyor ve 2 defa da öğrencilere okutturuyor.  Herkese okutturmaya çalışıyor, takip etmeyenler olursa da yanındaki arkadaşından kitapla, takip etmeyenin kafasına vurmasını ve önceki öğrencinin kaldığı yeri hatırlatmasını söylüyor. Öğrenciler, sorduğu soruları bilemediğinde veya yanlış cevap verdiklerinde de ya bu işlemi uyguluyor ya tahtaya çıkarıp veyahut kendisi öğrencilerin yanına gidip kulaklarını büküyor. Bunu sert bir biçimde yapmıyor tabi ama yine de kulaklarını bükmek değilse de kitapla kafaya vurdurmak yanlış bir uygulama bence.
          İlk ders okumalarla bitiyor. İkinci derste de iki etkinlik yapıyor çocuklar. Çok sıkılıyorum. Ders bitince de hocayla konuşuyor ve girmem gerek bir saate daha girmeyip çıkıyorum okuldan.
          Ayağıma vuran lanet babetlerele yürümeye çalışıyorum fakat başaramıyorum. Peçete koymama rağmen ayağımın acısı baskın geliyor ve ben ayakkabıları çıkarıp elime alıyorum. Eve kadar yalın ayak yürüyorum. Yol boyunca kendi kendime söyleniyorum; vurmasanız olmazdı, nedir benim bu ayakkabılardan çektiğim, neyine senin klasik ayakkabı, Allah'ın cezaları, niye vuruyosunuz anlamıyorum ki... Söylene söylene eve geliyorum vesselam.

Hiç yorum yok:

PİRİNÇ

      İçeri girdiğimde soba yanıyordu usul usul. Loş odanın ölgün aydınlığında, fırlayarak, her tarafı yakıp kül etmek için çıldıran azgın, ...